top of page

Başlangıçta Dans Vardı


“Başlangıçta söz vardı…” kelamıyla başlar, Yuhanna İncili… “Başlangıçta Söz vardı. Söz Tanrı’yla birlikteydi ve Söz Tanrıydı…” şeklinde devam eder. Ama hayır; sözlerden önce bedenler, yazıdan önce ritmler vardı; ritimlerin ahengine tutkuyla karşılık veren bedenlerin dansı vardı…

İnsanoğlu ayağa kalktığında tabiatın dansını bedenine uyarladı. Korkusunu, coşkusunu, zaferini, neşesini, içgüdülerini bedeniyle anlattı. Açlığa karşı da dans etti, kötü ruhları kovmak için de. Yağmur yağdırmak için de bedeninin ritmini kullandı, hastalıklardan kurtulmak için de. Ava çıkmadan önce, avdan döndükten sonra, doğumda, ölümde dans etti. Yaşamını dansa, dansı yaşamına uyarladı. Dans ederken doğanın ve doğanın bir parçası olan bedeninin sesini kullandı.

Bedeninin ve tabiatın seslerinden tanrılar var etti özgürce. Onlardan derin anlatılar, büyülü efsaneler, sığınılacak limanlar, kalpsiz dünyalara afyonlu kalpler var etti. Bazen var ettiklerini yoktan beter ederek yeniden ve yeni bir yokluktan var etti. İşler çoğu zaman çok karıştı…

Sonra bir gün, Göklerin tanrısı Tezkatlipoka dünyaya indi ve dünyanın güzelliklerini inceleyerek oradan oraya dolaştı. Yürürken kendi kendine, ‘Dünya canavarı, dağlar, vadiler, nehirler ve dereler, ormanlar ve çayırlar oluşturmuş. Çiçekler, güneş ışığında, otlar arasından parlak mücevherler gibi yanıp sönüyorlar. Açıkça görülüyor ki, Dünya’da insanların yüreklerine mutluluk verecek pek çok şey var. Yine de yaratılış tamamlanmamış. Eksik bir şey var... Yüreğim üzüntüyle dolu, çünkü hiçbir şey ruhu müzik kadar mutlu edemez.’ Ve Tezkatlipoka, Rüzgâr biçimindeki Ketzalkoatl’ı çağırdı ve dedi ki: ‘Olgun meyveler, renkli çiçekler ve Güneş ışınlarının parlaklığının bütün yeryüzünü güzelleştirdiğini görüyorum. Yine de, tüm bu güzelliğe karşın, Dünya mutsuz! Sessizliği dolduracak tek bir güzel ses yok. Tek bir hayvan, kuş ya da insan bile şarkı söylemiyor! Sen bile yalnızca uğuldamayı ve ulumayı, inlemeyi ya da sızlanmayı biliyorsun! Yaşam müzik içermeli! Şafağın uyanışına müzik eşlik etmeli. Düş gören insana esin vermeli. Bebek bekleyen anneyi rahatlatmalı. Başımızın üstünde uçan kuşların kanatlarında ve yakındaki derenin sularında duyulabilmeli.’ İşte ondan sonra Ketzalkoatl fırtınalar koparan gücünü kullanıp müzisyenleri, Doğu’nun timsali Güneş’in kucağından aldı ve Dünya’ya getirdi. Ve insan avladığı hayvanların derilerini kullanıp davullar, kemiklerinden de üflemeli çalgılar yapmaya başladı. Doğanın ritmine melodiyi ekledi. Doğadaki sesleri taklit etti ve ifadesine anlam ve güç kattı. İnsanoğlu ateşten, tekerlekten, yazıdan önce dansı ve müziği keşfetti.

İlkçağlarda kabilelerin yaptığı dans, kısa zamanda belirli kural ve düzene bağlanarak; ayin, büyü ve din işlerinde kullanıldı. Zamanla dans etme nedenleri değişti. Mısır’da, Bizans’ta, dansı Yunanlılardan görüp öğrenen Roma’da, beden hareketleri belirli kurallarla sınırlandırıldı. Hindistan ve Japonya’da dans, yüceltildi. Değişip gelişen dans, bir zaman sonra dinsel niteliğinden koptu, sahne gösterisi haline geldi ve çıplak ayaklıların özgürlüğü bir bale ayakkabısına hapsedildi.

Octavio Paz, “Dans insan bedeninin şiiridir” der. Dans; şiiri, edebiyatı, müziği sahneye müzik eşliğinde taşır ve görsel bir şölene dönüştürür. Dans da tıpkı müzik gibi evrenseldir ve diyeceğini tıpkı doğadaki gibi ahenkle salınarak ifade eder.

İnsanoğlunun tarihsel deneyimlerini sahneye taşıyan hareket, kültürel bilgiyi bedenselleştirdi ve Fransız dansçı, koreograf ve opera yönetmeni Maurice Bejart’ın dediği gibi; “Modern kültür nasıl toplumların dans etme arzusunu bilinç dışına ittiyse, dansı da açık havadan, güneş altından alıp, bodrumlara, karanlığa, geceye itti. Sanki topluma aykırı bir şey olup çıktı dans.”

İşte tam da o sırada, 20. yüzyılın başında Modern Danskendine o katı sanat anlayışının içinde yer bulmak için görünür olmaya başladı. Batı'nın savaşlar nedeniyle geçirdiği buhran sonrası, kendini yeniden tanımlama çabası dans sanatının son evresi olan Modern Dansın doğuşuyla sonuçlandı. Tıpkı birçok kültürde olduğu gibi bir başkaldırı ile kökleşmiş akademik gelenekleri kullanmayı reddederek tarihsel süreci içinde dans ayakkabılarına hapsedilen ‘dans eden ayaklar’ı yeniden özgür bıraktı.

Bu özgürlük arayışı içinde başkaldırının ve Modern Dansın ortaya çıkışının öncüleri, tabii ki kadın dansçılar oldu. IsadoraDuncan, MaudAllen ve Loie Fuller ile birlikte Ruth St. Denisüzerlerinde sade bir tunik ve Antik Yunan vazo, fresk ve rölyeflerinden esinlenerek sahnede yalın ayak dans etmeye, ortaçağın katı geleneklerini ve din adamlarının sanattaki hâkimiyetini yıkmaya soyunduklarında,seyirciyi hiç de alışık olmadıkları bir dansla, Modern Dansla tanıştırdılar. Duncan’ın kendi ülkesinde dışlanmasına kadar varan bu, sanatın başkaldırısı, başkaldırının sanatı 20. yüzyıl başında kabuğunu kıran kadın hareketi için de bir sembol haline geldi. İşte bu nedenle Modern Dans, kadının kendini var etme tarihinde önemli bir yere sahip. Çünkü Doğu'ya ait egzotik konuları işleyen bu kadınlar, özgür kadın imgesinde, ‘utangaç ve bakire kadın’ı tarih sayfalarına gömdü ve sahne üzerindeki erkeğe ve kadına geniş ve eşit hareket alanı ve özgürlük sağladılar. Ve “Modern Dansın öncüleri, Doğu'nun tinselliğini dansa sokarak kadın bedeninin sahnede dans yolu ile betimlenmesini saygın bir yere oturttular.”

Bereketli Hilal’de neolitik çağdan kalma kaya resimlerinde dans eden figürler mevcut. Demek ki dans, bu topraklarda Dionysos’u da içine alarak insanlık tarihinin ve kültürel gelişiminin önemli bir parçası ve bin yıllardan süzülüp gelen halk dansları da bu kültürün en önemli mirasçısı.

“Tarih geçen her saniyede gözden kaybolan bir şey değildir. Kendini şimdiki zamanda; kuvvetli bir yokluk, bir dizi referans, işaret ve güç çizgisi olarak ortaya koyar. Tüm bunlar, sahne üstündeki bedene de yansımakta ve dansın (ve hepimizin) durduğu zemini tanımlamaktadır.” (AndréLepecki)

Başkaldırı, kadının özgürlüğü ve Modern Dansın esin kaynağı Doğu deyince, durduğu zemini dansın büyüsüyle adımlayan Mezopotamya Dans’tan söz etmeden yazıyı bitirmemek lazım. Geçtiğimiz günlerde 10. yılını, daha önce sahnelediği gösterilerden harmanladığı bir etkinlikle kutlayan Mezopotamya Dans, Mezopotamya Kültür Merkezi bünyesinde çalışmalarına devam ediyor. ‘Mem û Zin’’le başlayan dans yolculuğu; Aleviliği işledikleri ‘4 Kapı 40 Makam’ ve Kürdistan’daki katliamları anlattıkları ‘Jenosit’ ile ‘bu bizim dansımız değil’ eleştirilerine rağmen özveri ve takdir edilesi bir çabayla devam etti. Modern Dansın kaynağının bu topraklar olduğunu ve gelişimini yine bu topraklara borçlu olduğunu, halk danslarının temelinde Modern Dansın olduğunu izleyenlere ve eleştirenlere hatırlatmak için 10 yıl iyi bir süre ama bu dansı karanlıktan ve kapalı alandan -tıpkı ayakları pabuçlardan çıkardığı gibi- çıkarıp geldiği yer olan açık havada, güneş altında sergileyebilmek için biraz daha profesyonelleşmekte fayda var.

Ama yine de, Mezopotamya Dans’ın Şişli Kent Kültür Merkezi’ndeki 10. yıl etkinliğinden sonra Tatar bir dostun dediği gibi; “bu Kürtler bir harika, dostum!”

Velhasıl-ı kelam deyip, dansın önemli bir yer bulduğu sinema sanatından bir örnekle bu yazıyı bitireyim. Nikos Kazancakis romanından uyarlanan Zorba filmindeki AlexisZorba’ya göre “yenilgiler hayatın kaçınılmaz parçalarıdır ve ancak yenilginin sürekli olarak tadılması ile hayatın zaferlerinin tadına varılabilir.” Basil, “bana dans etmeyi öğret” dediğinde, coşku ve heyecanla yerinden fırlayıp; “Dance? Didyou say dance?” dediği an anlarız, Kasap’ın bir eştürü olan Sirtaki’ye kalktığı yerde devleşeceğini Zorba’nın.

“Ancak dans eden bir tanrıya inanabilirim” diyen Nietzsche’ye tebessümle…

Tîroj'da yayımlanmıştır.


En Çok Okunanlar
Etiket Bulutu
Henüz etiket yok.
bottom of page