top of page

Kimliğimi Arıyorum. İcazetsizdir!

Telefonum çaldığında, çalışma arkadaşım cevap verip, “Aradığınız kişiye şu an ulaşılamıyor” diye espri yaptı. Gülümseyerek elinden aldım. Gülüyordum. Yaşanan bir anlık sessizlik yüzünden telefonun kapanmış olabileceğini düşündüm önce, ama yanılmışım. “Haberi duymadınız herhalde” dedi, İzmir’den gelen ses. Duymamıştık. O zaman öğrendim. Hrant Dink öldürülmüştü. Evimin biraz ilerisinde hem de...

Koştum… Her şey bir yana, tüm yayın akışına müdahale etmek gerekiyordu. Haberci genç arkadaşıma, Hrant Dink’in öldürüldüğünü söyledim. “Evet, biliyorum abla” dedi, durdum. Bir dönem aynı gazetenin havasını soluduğum Metin Göktepe’nin ölüm haberini yapmak için sabaha karşı uyandırıldığımda da durmuştum. Sonra, gün boyu süren iç sıkıntıma üstünü açmamaya özen gösterdiğim geçmiş eklendi. 1993 yılı ve Bahriye Üçok’un, Uğur Mumcu’nun öldürülmesiyle başlayan, Sivas Katliamıyla devam eden olaylar geldi aklıma. O yıldan sonra değişen hayatım…

Bulunduğum yerden Taksim’e gelmem çok, ama çok uzun sürdü. Kulağımda kulaklık, haberleri ve yapılan yorumları dinliyordum. Yaklaşık 1000 kişilik bir kalabalık yürüyüşe geçti denince, buluşmak üzere randevulaştığım arkadaşımı oturduğu yerden kaldırıp, koşa koşa kalabalığa yetiştim. 1993’te de böyle olmuştu. İnsanlar sokaklara dökülmüştü. Sonra bazılarının hayatı 93’ten önce ve 93’ten sonra diye ikiye bölündü. Agos Gazetesi’nin olduğu bölgeye vardığımda sloganlar atılıyordu. Hep bir ağızdan. Duygulandım. Titriyordum. İlk gerginlik ve duygusallıkla ben de kalabalıkla beraber alkışlamaya başladım. Neden sonra, ne söylendiğine dikkat ettim. “Yaşasın halkların kardeşliği!” “Evet, evet yaşasın!” dedim. Yaşamalıydı çünkü… Kalabalığın içinde yürümeye başladım. Arkadaşının sırtına çıkıp mağazaların üstüne, ertesi gün o mağaza sahibi tarafından lanetleneceğini bilmeden “Faşist MHP” yazanları gördüm. Her birine, sırayla… Yanlış mı hatırlıyordum? Alparslan Türkeş değil miydi Ermeni meselesini cesurca çözmeli gibi bir cümle sarf eden? Doğru hatırlıyorum, ama sesli söyleyin istiyorum, kimdi o malum süreçte Hrant Dink’i ve Orhan Pamuk’u linç ettirmeye uğraşan, infial yaratan, tüm milliyetçi duyguları kabartan? Orhan Pamuk Nobel Edebiyat Ödülü’nü alınca, hedef gösterirken bir anda fikir değiştirip, marşlarla karşılatan kimdi? Öldürülmemesi için Hrant Dink’in bir ödüle mi ihtiyacı vardı?

Sonra gruplaşmayı fark ettim. Pankartları… Niye birbirlerinden ayrı duruyorlardı? Öykü yazıyor olsaydım bu cümlenin ardına, “bilinmez” derdim, ama biliyorum. Acıydı. Güldüm. Daha demin ağlıyordum halbuki. Sonra iki üç kişilik gruplar halinde atılan cılız sloganları duydum. “Biji aşitî!” Yani, yaşasın barış! “Bijî biratî!” Yani, yaşasın kardeşlik! Niye kimse onlara da katılmıyordu? Az önce denmemiş miydi, yaşasın halkların kardeşliği? Bir sorun mu vardı aralarında? Vardı… Arkadaşımla göz göze geldik ve “gidelim” dedik. Bir yere oturup, sustuk önce. Suskunluğu arkadaşım bozdu. Gündem ve Radikal gazetelerinde bugün çıkan ve ilgisini çeken iki haberden bahsetti. Eve gelirken okumak üzere Taksim Meydanı’ndaki, hani o kaldırıldığı için üzüldüğümüz yerlerden biri olan büfeden gazeteleri alırken, iki polis beni uzun uzun inceledi. Eskiden Gündem okuyanların evleri tespit edilirdi. Otobüslerden insanlar bu gazeteleri okuyorlar diye gözaltına alınırdı. Demokratik (!) bir ülkede, 2007’de de yaparlar mıydı?

Az önce okudum. Hele de bugün, bu korkunç olay sonrası, ne kadar manidar geldi ki, bu yazıyı yazma ihtiyacı duydum. Gündem’deki haber şöyle: “(…) Abdullah Çiftçi, 1938-1939 yılları arasında Dersim Hozat Piyade Birliği 2. Tabur’da görevli askerdi. Tam 69 yıl aradan sonra 112 yaşına geldiğinde, duyduğu vicdan azabından dolayı suskunluğunu bozdu ve 2006’nın son günlerinde yaşadıklarını anlatarak kameraya kaydettirdi. Katliamı anlatırken gözyaşlarını tutamayan Çiftçi, yaşananları şöyle anlattı: ‘Köylere gittiğimizde köyün yetişkin erkekleri kaçardı. Sadece çocuklar ve kızlar kalırdı köylerde. Ambarlarını, ahırlarını ateşe veriyorduk. Sonra onların çocuklarını, kızlarını, kadınlarını hepsini ağır makineli silahların önlerine verip öldürüyorduk. Kanları sel gibi akıyordu… Allah kimseye göstermesin gördüklerimi. Müslüman Müslüman’ı vuruyordu. Çocuklar birbirlerine sarılırlardı. Candı, ne yaparsın. Sonra çığlıkları gökyüzüne yükselirdi. Hâlâ o çığlıklar kulaklarımda, bir türlü gitmiyor.’ İsyanın bastırılmasında görevli bir asker olarak yer alan Çiftçi, katliamın İsmet İnönü’nün emriyle gerçekleştiğini açıkladı. ‘Niçin katlettiğimizi bilmiyorum. Askere gitmedikleri söyleniyordu. Kürtler miydi, gâvurlar mıydı bilmiyorum. Savaşıyorduk. Onlar bizi, biz onları öldürüyorduk…” İyi de, tüm hikâyeyi bilmiyor muyduk zaten? Çocukluğumuz dedelerimizden, ninelerimizden duyduğumuz bu hikâyelerle geçmedi mi? Kaçımızın büyükannesinin aslında Ermeni olduğu, Abdullah Dede'nin anlattıkları yaşanırken komşularına saklanıp, bir Müslüman’la evlendirildiği ve Müslümanlığı kabul ettiği anlatılmıyor muydu? Belki de bir tarafımız Ermeni değil miydi? Biliyorduk, ama Gündem Gazetesi dışında, başka bir gazetenin gündemini oluşturmuyordu bu konu.

Sonra Radikal Gazetesi’ne konu olan Nokta Dergisi’ndeki haberi okudum. Elimde değil, ama yine güldüm.

Haber ilginç, çok ilginç ve önemli. Ama benim için asıl önemi şuradan geliyor: Bundan 1 yıl kadar önce, çalıştığım Cem Radyo ve TV devralındı. O süreçte, herhangi bir basın kuruluşunda yönetim değişikliğiyle yaşanacak kadro değişiminden ziyade, hoş olmayan olaylar yaşandı ve ben de dahil yaklaşık 30 kişi, yeni yönetimle siyasi nedenler dolayısıyla çalışamayacağını söyleyip, istifa etti. (Sonradan öğrenecektim ki, asıl neden yaptığı yolsuzluklar dolayısıyla işten atılan genel müdürü bu toplu hareketle temize çıkarmışız. Tüm mesele para iken benim yüzümden durum siyasi nedenlere bağlanmış.) Haberde beni gülümseten bu da değildi. Sorun, 2 yıl emek verdiğim kurumda çalışırken ayırdına vardıklarımdı, o süre boyunca kimliğimle var olamamış olmamdı. Programımda sarf ettiğim her savaş karşıtı söylem, düşünce özgürlüğüne üstünkörü değinmem, Pinoche için Allende’nin kızının söylediği, “Diktatörlerle yaşlılığında tanışmayın, sevebilirsiniz” gibi her alıntı, deliliğime, anarşistliğime yoğrulup, geçiştiriliyordu, ama hiçbir kimliğimle kendimi ifade edemiyordum. Daha önce çalıştığım yerlerde de Alevi kökenli biri olarak ifade edememiştim oysa. İşe yeni başlayan genç arkadaşlarım için bir Kürt’le evlenen Alevi kızı hayatını karartmış oluyordu. Kürt olduğu halde, “Hayır, asla! Ben Kürt değilim, Aleviyim” deniliyordu. Milliyet ile mezhep arasındaki ayrımı o küçük kardeşlerime anlatmaya çalıştım önce. İki defa, üç defa, beş defa… Olmadı. Beni çok sevdikleri için kimliklerimi (!) görmezden geliyorlardı sadece. Yine gülüyorum… Ne acı, çünkü sorun onlarda değil. Milletler ötesi olmayı, evrenselliği değil de, milliyetini inkârı hiç fark ettirmeden öğretende.

Ve, evet, Nokta Dergisi’ndeki haber… DYP üyeliğini sürdüren Hüsamettin Cindoruk’la yapılan söyleşiyle kimsenin, bir Kürt’ün bile bilmediği bir kampın varlığı ortaya çıktı. Habere göre 27 Mayıs 1960 darbesinden dört gün sonra Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da tutuklanan 485 kişi Sivas Kabazyazı’da bir kampta toplandı. Bu topluluğun içinde bölgenin tanınmış ailelerinin fertlerinin yanı sıra ağa ve şeyh sıfatı taşıyanlar da yer alıyor. Eski TBMM başkanlarından Hüsamettin Cindoruk’un “Ayrılıkçı Kürt ideolojisinin sebebi” dediği Sivas Kampı’nda, onca önemli ismin yanı sıra kalanlardan biri de, Hasan Doğan. Dedem söylerdi, “o aslında Kürt” derdi de inanmazdık. İlginç değil mi? Dedem o zamanlar, toprağından, kova kova taşıdığı suyla büyüttüğü fidanlarından ayrılmak zorunda bırakılacağını, yaşadığı köyden Alevi olduğu için değil, Kürt olduğu için sürüleceğini, senelerce yurtsuz kalacağını bilmiyordu henüz.

Ve öğrendim ki, Hrant Dink’in öldürülmesini protesto etmek için birlikte Osmanbey’e gittiğim arkadaşım, ayrıldıktan sonra bindiği taksinin şoförü ile olayla ilgili yapmaya çalıştığı sohbette şunu duymuş: “Abi, valla bilmiyorum. Alacak verecek davasıymış galiba.”

Sahi, nedir alıp veremediğiniz? Nedir, o güzelim insanın ailesine her ölüm yıldönümünde, yeni tanıklar vs vesilesiyle yaşattığınız işkence? Nedir, “Hepimiz Hrant’ız” cümlesindeki naifliği alıp politik malzeme haline getirerek, sadece, ‘önce insan’ diyen insanları hedef haline getirmeniz?

Elhasıl; ne kadar Filistinli'ysem o kadar Türk'üm. Ne kadar Danimarkalı'ysam o kadar Kürt'üm. Ne kadar Şaman'sam o kadar Agnostik'im. Ne kadar doğuluysam o kadar batılıyım. Sadece; yaşadığım toprakların kodlarını daha iyi biliyorum. Ben seçmedim, ama bu topraklarda sırtımda taşıdığım kimliklerim: Kadınım, Kürdüm, Aleviyim, solda duruyorum. Ve her bir kimliğim için, her platformda icazet (!) almam gerekiyor. Biriktire biriktire geldiğim yerde savunduğumsa, insan... İnsana, yaşama, düşünme, konuşma… var olma hakkına saygı.

Esmer Dergisi’nde yayımlanmıştır.

En Çok Okunanlar
Etiket Bulutu
Henüz etiket yok.
bottom of page